28 Aralık 2008 Pazar
Yeşil Anı Kutusu
N.Demirezer'e
İkindi vakti yaklaşıyordu. Ev arkadaşı olan yalnızlıkla sohbet etmeye başlamıştı. Yalnızlıkla olan sohbetine ara verip çay demlemek için mutfağa gitti. Severdi çayı ve sigarayı. Porselen çaydanlığı seçti çay demlemek için. Daha bir başka oluyordu porselen demlikte çay ve Nazlıhan bunu çok iyi biliyordu.
Dışarıda inanılmaz derecede soğuk vardı ve zayıf insanları uçuracak kadar kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Bir an pencerenin önünde öylece kalakaldı. Bacaların etrafını çeviren sığırcık kuşlarını izledi. Isınmak için çektikleri sıkıntıyı düşündü. Ardından da mendil satan çocukları ve camsız evlerde uyuyanları düşündü. Ânî bir hızla kaloriferin yanından ayrıldı.
Düşünceler âleminde seyahat ederken kapı çaldı. Yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtı. “Kim o?” demeyi unutmuştu. Annesi olsaydı ne kadar kızardı, kim bilir... Kapıda çok sevdiği bir arkadaşı vardı. Evet, İbrahim’ di gelen.
— Ben, dedi İbrahim. Sohbet etmek için geldim, birer çay içer miyiz?
“Buyur” dedi Nazlıhan büyük bir sevinçle. Yalnızlığını bozan insanları severdi. Salona geçtiler. Nazlıhan, evin en güzel köşesini arkadaşına nazik bir işaretle gösterdi. Oturdular. Bir süre sessizlik hüküm sürdü odada. Nazlıhan “Bu sessizliği bozmalıyım” dedi içinden.
Nazik bir hareketle sehpanın üzerindeki teybe uzandı. Sürekli dinlediği şarkıyı tekrar başa sarıp, sesini açtı. İkisinin de sevdiği bir şarkıydı çalan.
“Hatırla sevgili o eski günleri çocuklar gibi”
Şarkıyla birlikte sökün eden duygu seline karşı koyamayıp maziye doğru sürüklendiler. Birbirlerine anılarını anlatmaya başladılar. Eski günleri anımsayıp mutlu olmaktı istekleri. Güzel cümlelerle konuşmalarını süsleyip sohbet ediyorlardı. Birden;
—Çay, dedi Nazlıhan. Çayı ocakta unuttum.
Hemen mutfağa koştu. Ateşi biraz kıstıktan sonra bardakları hazırlayıp salona geldi. Ardından çayı getirdi. İbrahim’ in sevdiği ince belli bardaklara demli çayla dolduruldu.
—Madem anılardan konuşuyoruz, dedi Nazlıhan tebessüm ederek. O zaman bir sürpriz yapayım.
Nazlıhan odadan çıktı. Aradan birkaç dakika geçti ve elinde yeşil bir kutuyla geri geldi. Nazlıhan odaya döndüğünde İbrahim bir sigara daha yakmış şarkıyı dinliyordu.
“Efkâr mektubudur aşkın, sözsüz okunur
Yalan dünya dört mevsimde bir bahar olur.“
—İbrahim, bu benim anı kutum dedi Nazlıhan. İçinde yıllardan beri sakladığım hediyeler, mektuplar ve unuttuklarımı hatırlatacak birçok eşya var.
Elindeki yeşil, sert ve derince olan kutunun kapağını yavaşça açtı. Anılarının canını acıtmak istemiyormuş gibi dikkatli ve tedirgindi. Elini kutunun içine soktu ve küçücük bir kutu çıkardı.
—İbrahim, dedi Nazlıhan. Bu kutucukta kuzenimin oğlunun ilk çıkan dişi var. Onun küçük dişini yıllar sonra gösterebilmek için saklıyorum.
Yüzüne çok yakışan tebessüm, Nazlıhan’ın yüzünde yeniden belirdi. Kuzeninin oğlunun dişini küçük kutuya, küçük kutuyu da “yeşil anı kutusu”nun içine yavaşça bıraktı. Derin bir nefes aldıktan sonra başka bir anısını çıkardı
hasretle.
—Bu da en sevdiğim arkadaşımla gittiğimiz sinemaların biletleridir, dedi Nazlıhan. Bak, biletler yarımdır. Diğer yarıları da o arkadaşımda...
Onları da özenle “yeşil anı kutusu”na yerleştirdi.
Bu arada İbrahim, Nazlıhan’ın gözlerinde egemenliğini ilân eden hüznü izliyordu. Nazlıhan boşalan bardakları tekrar doldurdu. İnce belli bardakların içinde çırpınıyor ardından da boğuluyordu sevinç taneleri...
Nazlıhan “yeşil anı kutusu”nun içinden bir anısını daha çıkardı; fakat bu sefer yüzünde tebessüm değil hüzün vardı. Elindeki saati göstererek;
—Bu saat teyzemin on bir yıl önce hediye ettiği saat, diyebildi ancak.
Gözleri dolmuştu. Kısık ve titrek bir sesle teyzesinin vefat ettiğini söyledi. Odayı bir ölüm korkusu kaplamıştı. Nazlıhan odanın korkunçluğunu başarıyla sildi. Yeşil anı kutusunun içinden üç tane top çıkararak yapmıştı bunu...
—Bu küçük toplar ilkokul arkadaşlarımındı, dedi Nazlıhan. Teneffüslerde sınıfın içinde oynarlardı bunlarla. Toplar da sıraların altına kaçar ya da köşelere saklanırlardı. Ben de bulabildiklerimi aldım, anı kutumda bir yer verdim onlara. Arkadaşlarım hâlâ bu topların kaybolduklarını sansınlar. Benim çaldığımdan haberleri yok. İleride çocuklarına veririm, ödeşiriz.
En çok bu anısını anlatırken gülmüştü Nazlıhan. Söyledim ya; gerçekten yakışıyordu gülmek yüzüne ve gözlerine...
Tekrar tekrar dinledikleri şarkı hâlâ devam ediyordu.
“Varsın eller gönül yarası kapanır sansın
Kabuğun altında sevgili, sen kanayansın”
İbrahim şarkının sözlerini dinlerken gözlerini pencereye çevirdi. Bu şarkının en sevdiği kısmı burasıydı. Eşlik etmeyi de ihmal etmemişti. Dışarıda kızaran gökyüzünü izliyordu. Sığırcık kuşları baca kenarlarından sıkılmış olmalılar. Dans ediyorlardı güneşe en yakın yerde.
İki dost mazi koridorunu adımlamaya devam ediyorlardı.
Nazlıhan’ın elinde bu sefer birkaç küçük kâğıt parçası vardı. İkiye katlı olan kâğıtları özenle açışı onlara ne kadar değer verdiğini belli ediyordu.
—Bunlar, dedi Nazlıhan. Sevdiğimin en son satırları...
Kâğıtta yazılanları okuyordu. Çok hızlı çeviriyordu kâğıtları. İbrahim, Nazlıhan’ın yazılanları ezberlediğini düşündü.
—Yıllardır saklıyorum bunları, dedi Nazlıhan. O her şeyin silindiğini, yırtıldığını, kaybolduğunu, unutulduğunu biliyor. Ve hep öyle bilecek!
Körebe
Karanlığı görebiliyordu sadece. Bütün renkler siyahtı. Güneşin altın sarısı oluşunu, gökyüzünün mavi libasını giyip arzı endam edişini, söğütlerin nazlı gelin edasıyla salınışını bilmiyordu. Çok sevdiği pamuk şekerinin rengini bile unutmuştu. Öylece kalakalmıştı olduğu yerde. Düşünüyordu...
Sıcak bir temmuz gününün öğle saatleriydi. Gölge boyunun sıfıra yaklaştığı vakitler yani… Alnından yola başlayan tuzlu su damlaları önce yanaklarına oradan da dudaklarına ulaştı. Boğazının kuruduğunu, susadığını hissetti. Suya nasıl ulaşacaktı?
Kafasını sağına soluna çevirdi. Gördüğü tek şey karanlıktı, siyahtı. İçten içe üzüldü, kahırlandı. Siyaha aşina bir yüreğin sahibiydi. Düşünüyordu...
“Görebilmek ne güzel nimet” dedi içinden. “Görebilmek kuşları, sahili, denizi, çimeni, bir de pamuk şekerini… Görebilmek ne güzel nimet” diye devam etti. Birkaç dakika düşünceler âleminde seyahat etmişti ve buna tefekkür dendiğini büyüyünce öğrenecekti.
Arkadaşlarının kulak tırmalayan haykırışlarıyla kendine geldi. İrkildi birden. Dizlerinin, parmaklarının ve göğüs kafesindeki yürek kuşunun titrediğini hissetti. Arkadaşları “bizi görüyor musun, bu kaç” gibi sözler söylüyorlar, bağrışıyorlardı. Üzüntüsü ikiye katlandı. Dudaklarının kenarlarında biriken tuzlu suya birkaç damla da gözyaşı eklendi.
Gördüğü tek şey karanlıktı, siyahtı. İçten içe dertlendi, tasalandı. Karaya aşina bir yüreğin sahibiydi.
Arkadaşlarının seslerine doğru ilerledi. Bir yere çarpmamak için kollarını bazen önüne uzatıyor bazen de iki yanına açıyordu. Gittikçe yaklaşıyordu seslere. Arkadaşlarının kendilerince neşeli ve alay edici çığlıkları onu daha fazla üzüyordu. Sıcak iyice bastırmıştı. Atleti terden sırtına yapışmıştı. Boğazı da kurumuştu. Sabrı tükeniyordu. Arkadaşlarından birini bulmalıydı,bulabilmeliydi. Dört bir tarafa koşuşturmaya başladı.
Birisiyle çarpıştı koşarken. Çarptığı kişi zayıf, uzun boylu, uzun saçlı, temiz yüzlü, elindeki baston yardımıyla yürüyebilen âmâ bir genç kızdı. Hemen sarıldı ona ve arkadaşlarının gözlerine bağladığı eşarbı çıkardı. Sonra da;
- Arkadaşlarım beni bırakıp gitti. Biraz da sen körebe olur musun ablacığım? Dedi.
Genç kızın karanlığa nikahlı gözlerinden yaşlar süzülürken titreyen sesiyle cevap verdi.
- Olurum tabi, dedi. Olurum.
Sıcak bir temmuz gününün öğle saatleriydi. Gölge boyunun sıfıra yaklaştığı vakitler yani… Alnından yola başlayan tuzlu su damlaları önce yanaklarına oradan da dudaklarına ulaştı. Boğazının kuruduğunu, susadığını hissetti. Suya nasıl ulaşacaktı?
Kafasını sağına soluna çevirdi. Gördüğü tek şey karanlıktı, siyahtı. İçten içe üzüldü, kahırlandı. Siyaha aşina bir yüreğin sahibiydi. Düşünüyordu...
“Görebilmek ne güzel nimet” dedi içinden. “Görebilmek kuşları, sahili, denizi, çimeni, bir de pamuk şekerini… Görebilmek ne güzel nimet” diye devam etti. Birkaç dakika düşünceler âleminde seyahat etmişti ve buna tefekkür dendiğini büyüyünce öğrenecekti.
Arkadaşlarının kulak tırmalayan haykırışlarıyla kendine geldi. İrkildi birden. Dizlerinin, parmaklarının ve göğüs kafesindeki yürek kuşunun titrediğini hissetti. Arkadaşları “bizi görüyor musun, bu kaç” gibi sözler söylüyorlar, bağrışıyorlardı. Üzüntüsü ikiye katlandı. Dudaklarının kenarlarında biriken tuzlu suya birkaç damla da gözyaşı eklendi.
Gördüğü tek şey karanlıktı, siyahtı. İçten içe dertlendi, tasalandı. Karaya aşina bir yüreğin sahibiydi.
Arkadaşlarının seslerine doğru ilerledi. Bir yere çarpmamak için kollarını bazen önüne uzatıyor bazen de iki yanına açıyordu. Gittikçe yaklaşıyordu seslere. Arkadaşlarının kendilerince neşeli ve alay edici çığlıkları onu daha fazla üzüyordu. Sıcak iyice bastırmıştı. Atleti terden sırtına yapışmıştı. Boğazı da kurumuştu. Sabrı tükeniyordu. Arkadaşlarından birini bulmalıydı,bulabilmeliydi. Dört bir tarafa koşuşturmaya başladı.
Birisiyle çarpıştı koşarken. Çarptığı kişi zayıf, uzun boylu, uzun saçlı, temiz yüzlü, elindeki baston yardımıyla yürüyebilen âmâ bir genç kızdı. Hemen sarıldı ona ve arkadaşlarının gözlerine bağladığı eşarbı çıkardı. Sonra da;
- Arkadaşlarım beni bırakıp gitti. Biraz da sen körebe olur musun ablacığım? Dedi.
Genç kızın karanlığa nikahlı gözlerinden yaşlar süzülürken titreyen sesiyle cevap verdi.
- Olurum tabi, dedi. Olurum.
27 Aralık 2008 Cumartesi
Annem'e
Özlüyorum,çok özlüyorum seni
Ne olurdu şimdi yanımda olsan
Oturur,izlerdim gözlerindeki beni
Melûl-mahzun bana baksan
Tarhananı özledim en çok
Hâlâ kurulumu bahçede tandır?
Burdaki de nimet ama tadı yok
İşte ağlamalarım bundandır.
Gurbetin bağrına düştüm düşeli
İnlerim,feryâdımı kim duyar?
Öyle bir yanlışa düştüm ki
Gel,mübarek sesinle beni uyar
Başını alıp ellerinin arasına
Dalma derin düşüncelere
Dert bağrımızda sıra sıra
Doruğu ulaştı göklere
Ne yapalım bu imiş payemiz
Gurbet aramızda taştan duvar
Mahşere kalsın buluşma gayemiz
Kışın arkasına saklanmış bahar
Kutlu bir yolda yolcusun şimdi
Aklın yine bendedir bilirim
Dayan,biraz daha özle beni
Üç-beş güne kalmaz ben de gelirim
Ne olurdu şimdi yanımda olsan
Oturur,izlerdim gözlerindeki beni
Melûl-mahzun bana baksan
Tarhananı özledim en çok
Hâlâ kurulumu bahçede tandır?
Burdaki de nimet ama tadı yok
İşte ağlamalarım bundandır.
Gurbetin bağrına düştüm düşeli
İnlerim,feryâdımı kim duyar?
Öyle bir yanlışa düştüm ki
Gel,mübarek sesinle beni uyar
Başını alıp ellerinin arasına
Dalma derin düşüncelere
Dert bağrımızda sıra sıra
Doruğu ulaştı göklere
Ne yapalım bu imiş payemiz
Gurbet aramızda taştan duvar
Mahşere kalsın buluşma gayemiz
Kışın arkasına saklanmış bahar
Kutlu bir yolda yolcusun şimdi
Aklın yine bendedir bilirim
Dayan,biraz daha özle beni
Üç-beş güne kalmaz ben de gelirim
18 Aralık 2008 Perşembe
Gazete ne işe yarar?
Efendim, böyle de soru olur muymuş diyeceksiniz.
Bizler birçok şeyi amacı dışında kullandığımız için böyle bir suale gerek duydum. Bu soruya da derhal cevap bulunması gerektiğine inanıyorum.
Evet, gazete ne işe yarar?
Amacı dışında kullandığımız birçok şey içinden sadece gazete üzerinde duralım. Çünkü her biri birer yazı konusu.
Gazete, gün boyu müthiş emeklerle hazırlanır. Akşamın ve gecenin karanlığında koca koca makinelerde basılır. Sabah da siz değerli okurlar (!) uyanmadan büfelere, bakkallara, bayilere, abone olan hanelere ve iş yerlerine dağıtılır.
Gazeteye ilk ulaşabilen esnaflar olur.
Çanta ve ayakkabı satan Necati Bey, edindiği gazetenin ilk sayfasına şöyle bir göz atar. Sonra da gazetenin birkaç sayfasını çırağına verir; camları silmesi için… Diğer sayfaları da yeni gelen ayakkabıların ve çantaların içlerine doldurur. Böylece gazete, ürünlerin dik durmasını ve albenili görünmesini sağlar. Gazeteye yüklenen büyük bir görev doğrusu…
Bir başka göreve geçelim.
Yaramaz oğlunu parka götüren bir anne, oğlunun oyuncaklarla oynamasını izlerken ya da afacanın peşinde koşmaktan yorulur ve oturmak ister. Oturduğu zaman bin bir zorlukla aldığı pantolonunu koruma görevi yine gazetenin olur.
Bir diğer görev ise…
Birkaç erkek öğrenci güçlükle yapabildikleri çorba ve makarnayı midelerine indirmek için sabırsızlanır. Nihayetinde ise sadece “spor sayfası”nı okudukları gazete, bir anda sofra bezi görünümüne bürünerek tabakların altında yerini alır. Böylece sofra kurulmuş olur.
İnsanları bilgilendirmeyi, dünyadan haberdar etmeyi ve onların sosyalleşmelerini sağlamayı arzu eden gazete için en kötü görev ise, bir cinayette hayatı kaybeden kişiyi saklamak olsa gerek… Ne acı!
Bunlar gazetenin sayabildiğimiz başlıca görevleri.
Bir de gazetenin haberler, köşe yazıları, karikatürler ve bulmacalar gibi vasıtalarla insanları dünya turuna çıkarma görevi var; fakat bu “okumak” la mümkün olacağından bizim toplumumuzu pek fazla ilgilendirmiyor.
A.Turan Alkan hocamızın dediği gibi “okumak bizi bozar; biz böyle güzeliz”
Bizler birçok şeyi amacı dışında kullandığımız için böyle bir suale gerek duydum. Bu soruya da derhal cevap bulunması gerektiğine inanıyorum.
Evet, gazete ne işe yarar?
Amacı dışında kullandığımız birçok şey içinden sadece gazete üzerinde duralım. Çünkü her biri birer yazı konusu.
Gazete, gün boyu müthiş emeklerle hazırlanır. Akşamın ve gecenin karanlığında koca koca makinelerde basılır. Sabah da siz değerli okurlar (!) uyanmadan büfelere, bakkallara, bayilere, abone olan hanelere ve iş yerlerine dağıtılır.
Gazeteye ilk ulaşabilen esnaflar olur.
Çanta ve ayakkabı satan Necati Bey, edindiği gazetenin ilk sayfasına şöyle bir göz atar. Sonra da gazetenin birkaç sayfasını çırağına verir; camları silmesi için… Diğer sayfaları da yeni gelen ayakkabıların ve çantaların içlerine doldurur. Böylece gazete, ürünlerin dik durmasını ve albenili görünmesini sağlar. Gazeteye yüklenen büyük bir görev doğrusu…
Bir başka göreve geçelim.
Yaramaz oğlunu parka götüren bir anne, oğlunun oyuncaklarla oynamasını izlerken ya da afacanın peşinde koşmaktan yorulur ve oturmak ister. Oturduğu zaman bin bir zorlukla aldığı pantolonunu koruma görevi yine gazetenin olur.
Bir diğer görev ise…
Birkaç erkek öğrenci güçlükle yapabildikleri çorba ve makarnayı midelerine indirmek için sabırsızlanır. Nihayetinde ise sadece “spor sayfası”nı okudukları gazete, bir anda sofra bezi görünümüne bürünerek tabakların altında yerini alır. Böylece sofra kurulmuş olur.
İnsanları bilgilendirmeyi, dünyadan haberdar etmeyi ve onların sosyalleşmelerini sağlamayı arzu eden gazete için en kötü görev ise, bir cinayette hayatı kaybeden kişiyi saklamak olsa gerek… Ne acı!
Bunlar gazetenin sayabildiğimiz başlıca görevleri.
Bir de gazetenin haberler, köşe yazıları, karikatürler ve bulmacalar gibi vasıtalarla insanları dünya turuna çıkarma görevi var; fakat bu “okumak” la mümkün olacağından bizim toplumumuzu pek fazla ilgilendirmiyor.
A.Turan Alkan hocamızın dediği gibi “okumak bizi bozar; biz böyle güzeliz”
Etiketler:Hikâye,Şiir,Köşe Yazısı
Deneme,
Köşe Yazısı
Hicran ile Vuslat
Sır ı aşk yaratıldı, yerle gök arasında
Aşka sır aratıldı, yerle gök arasında
Şüphesiz ki aşk idi sebep bu dargınlığa
Vuslatı kül etti, Hicran’ın kör yarasında
Ve aşk yaratıldı…
O zamanlar; birliktelikle ayrılığın birer dost, birer sevgili oldukları ve birbirlerine “yâren” diye seslendiği zamanlardı. Birliktelikle ayrılığın kadim dostluğunu bozan aşk, arşın hiç değişmeyen iklimini heybesine doldurup sürgün fermanının imzalanmasını bekliyordu.
O an ki bir deli yağmur indi asumandan
Geceden kaçan bir vakti seher esnasında
Karanlık hafif hafif yükselmeye başlamıştı; fakat gökyüzü bu duruma aldırış etmiyor, gri renkli ve asık suratlı bulutlarını gezdiriyordu kucağında. Bir seher vaktiydi. Şiir için şuurlarını açık tutan şairlerin uyanık olduğu vakitlerdi yani…
Yeryüzü derin bir sessizliğe ev sahipliği yapıyordu. Bu derin sükûneti, savrulan yaprakların hışırtıları ve daima garip olduklarına inandığım sığırcık kuşlarının ötüşleri delmeye yetmiyordu. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kuşluk vaktinde gökyüzünün – gürültüsü demeye dilim varmıyor – bir müjdeyi taşıyan haykırışı duyuldu.
— Rahmet geliyor!
Yağdı yağmur; bir damla Vuslat bir damla Hicran
Buluştular bir şairin gönül deryasında
Ezeli iki dostun –Hicran ile Vuslat’ın- birbirinden ayrı düşmesine sebep olan aşkın sürgün fermanı imzalanmış ve inananların “rahmet” dediği yağmur ile yeryüzüne gönderilmişti. Berrak ve aziz damlalarla gelmişti aşk.
Bir katresinde Hicran’ı, bir katresinde Vuslat’ı taşıyan yağmur yayılmıştı arzın çoraklaşmış yanlarına. Son iki damla; hicran ve vuslat… Ayrı düştükleri ilk anı yaşıyorlardı. Hüzünlüydüler…
Hicran ile vuslat’ın buluşabilecekleri yegâne yer vardı elbet. Ayrılıkla birlikteliğin buluşabileceği adres belli idi…
Yağmurun son iki damlası Hicran ve Vuslat, seher vaktinde şiir için şuurlarını açık tutan bir şairin gönlünde buluştular; fakat yine de bir ayrılık vardı. Şairin gönlündeki şiir sarayının bir odasındaydı hicran, vuslat başka bir odasındaydı. Firkatzede birer âşık olarak yaşayacaklardı sevdalarını
Vuslat’ı Hicran’a, Hicran da Vuslat’a vurgundu
Hayat buldu bu sevda şairin dünyasında
Bir aşığın, bir şairin sevdiğinin yanında dahi ayrılığı yaşaması bu yüzdendir azizim…
*Yazıda geçen beyitler Muhammet Sole'ye aittir.
Aşka sır aratıldı, yerle gök arasında
Şüphesiz ki aşk idi sebep bu dargınlığa
Vuslatı kül etti, Hicran’ın kör yarasında
Ve aşk yaratıldı…
O zamanlar; birliktelikle ayrılığın birer dost, birer sevgili oldukları ve birbirlerine “yâren” diye seslendiği zamanlardı. Birliktelikle ayrılığın kadim dostluğunu bozan aşk, arşın hiç değişmeyen iklimini heybesine doldurup sürgün fermanının imzalanmasını bekliyordu.
O an ki bir deli yağmur indi asumandan
Geceden kaçan bir vakti seher esnasında
Karanlık hafif hafif yükselmeye başlamıştı; fakat gökyüzü bu duruma aldırış etmiyor, gri renkli ve asık suratlı bulutlarını gezdiriyordu kucağında. Bir seher vaktiydi. Şiir için şuurlarını açık tutan şairlerin uyanık olduğu vakitlerdi yani…
Yeryüzü derin bir sessizliğe ev sahipliği yapıyordu. Bu derin sükûneti, savrulan yaprakların hışırtıları ve daima garip olduklarına inandığım sığırcık kuşlarının ötüşleri delmeye yetmiyordu. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kuşluk vaktinde gökyüzünün – gürültüsü demeye dilim varmıyor – bir müjdeyi taşıyan haykırışı duyuldu.
— Rahmet geliyor!
Yağdı yağmur; bir damla Vuslat bir damla Hicran
Buluştular bir şairin gönül deryasında
Ezeli iki dostun –Hicran ile Vuslat’ın- birbirinden ayrı düşmesine sebep olan aşkın sürgün fermanı imzalanmış ve inananların “rahmet” dediği yağmur ile yeryüzüne gönderilmişti. Berrak ve aziz damlalarla gelmişti aşk.
Bir katresinde Hicran’ı, bir katresinde Vuslat’ı taşıyan yağmur yayılmıştı arzın çoraklaşmış yanlarına. Son iki damla; hicran ve vuslat… Ayrı düştükleri ilk anı yaşıyorlardı. Hüzünlüydüler…
Hicran ile vuslat’ın buluşabilecekleri yegâne yer vardı elbet. Ayrılıkla birlikteliğin buluşabileceği adres belli idi…
Yağmurun son iki damlası Hicran ve Vuslat, seher vaktinde şiir için şuurlarını açık tutan bir şairin gönlünde buluştular; fakat yine de bir ayrılık vardı. Şairin gönlündeki şiir sarayının bir odasındaydı hicran, vuslat başka bir odasındaydı. Firkatzede birer âşık olarak yaşayacaklardı sevdalarını
Vuslat’ı Hicran’a, Hicran da Vuslat’a vurgundu
Hayat buldu bu sevda şairin dünyasında
Bir aşığın, bir şairin sevdiğinin yanında dahi ayrılığı yaşaması bu yüzdendir azizim…
*Yazıda geçen beyitler Muhammet Sole'ye aittir.
8 Aralık 2008 Pazartesi
Türk Dili Üzerine Düşünceler - I
Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Dil, duygu ve düşünce aktarımında en büyük araçtır. Bu sebeplerdir ki; insan topluluklarını bir yığın olmaktan çıkararak, bir “millet” haline getirir.
Türklerin göç etmeleri ile birlikte Türk dili de gerek kültürel, gerek sosyal, gerekse iktisadi alanda birçok milletle alış-veriş içinde olmuştur. Birçok dile kelimeler hediye etmiş ve birçok dilden kelimeler almıştır. O kelimeleri de kendine özgü misafirperverliğiyle kabul edip Türkçeleştirmiştir.
Birkaç örnek verecek olursak; “köşe” kelimesinden başlayabiliriz.
“Köşe” kelimesi Türk diline Farsçadan gelmiştir ve kelimenin asıl şekli “gûşe”dir.
Bu necip milletin mensupları da “gûşe” kelimesini kendi boğaz yapılarına göre değiştirmiş ve “köşe” şeklinde telâffuz etmiştir. Kelimeyi değiştirmekle kalmayıp bu kelimeye birtakım kelimeler ekleyerek yeni söz öbekleri oluşturmuştur. Misal; çocuklarımızın bir oyununa ad olan: “köşe kapmak”, genelde babalarımızın veya önemli konuklarımızın oturduğu “başköşe”, ve çoğunlukla sevgililerin buluştukları ve ayrıldıkları “köşe baş”ları…
İkinci bir örnek ise akıl kelimesi olabilir.
“Akıl” dilimize Arapçadan gelmiştir.
Bizler bu kelimeyi de en güzel şekilde ağırlamış, deyimlerimiz ve atasözlerimiz arasında yer vermişizdir.
Örneğin; “akıl almak”, “akıl dağıtmak”, “akıl hocası”, “akıl sır ermez”, “akıl yaşta değil baştadır”, “akıl kârı” gibi…
Şimdi “köşe” ve “akıl” kelimelerinin Türkçe olmadığı gafletine düşüp bu kelimeleri dilimizden çıkarmaya kalkarsak neler olur, düşünebiliyor musunuz?
Bu kelimeler başka dillerden Türk diline gelmiş, Türk dili de bağrına basmış, buyur etmiştir.
Bu kelimeler artık Türkçe’ dir.
Öztürkçecilik adı altında “köşe”, “akıl” ve bunlar gibi birçok kelimeyi unutmaya ve unutturmaya çabalamak beyhûdedir azizim.
Yeni Meydan Gazetesi, 15 Aralık 2008
Türklerin göç etmeleri ile birlikte Türk dili de gerek kültürel, gerek sosyal, gerekse iktisadi alanda birçok milletle alış-veriş içinde olmuştur. Birçok dile kelimeler hediye etmiş ve birçok dilden kelimeler almıştır. O kelimeleri de kendine özgü misafirperverliğiyle kabul edip Türkçeleştirmiştir.
Birkaç örnek verecek olursak; “köşe” kelimesinden başlayabiliriz.
“Köşe” kelimesi Türk diline Farsçadan gelmiştir ve kelimenin asıl şekli “gûşe”dir.
Bu necip milletin mensupları da “gûşe” kelimesini kendi boğaz yapılarına göre değiştirmiş ve “köşe” şeklinde telâffuz etmiştir. Kelimeyi değiştirmekle kalmayıp bu kelimeye birtakım kelimeler ekleyerek yeni söz öbekleri oluşturmuştur. Misal; çocuklarımızın bir oyununa ad olan: “köşe kapmak”, genelde babalarımızın veya önemli konuklarımızın oturduğu “başköşe”, ve çoğunlukla sevgililerin buluştukları ve ayrıldıkları “köşe baş”ları…
İkinci bir örnek ise akıl kelimesi olabilir.
“Akıl” dilimize Arapçadan gelmiştir.
Bizler bu kelimeyi de en güzel şekilde ağırlamış, deyimlerimiz ve atasözlerimiz arasında yer vermişizdir.
Örneğin; “akıl almak”, “akıl dağıtmak”, “akıl hocası”, “akıl sır ermez”, “akıl yaşta değil baştadır”, “akıl kârı” gibi…
Şimdi “köşe” ve “akıl” kelimelerinin Türkçe olmadığı gafletine düşüp bu kelimeleri dilimizden çıkarmaya kalkarsak neler olur, düşünebiliyor musunuz?
Bu kelimeler başka dillerden Türk diline gelmiş, Türk dili de bağrına basmış, buyur etmiştir.
Bu kelimeler artık Türkçe’ dir.
Öztürkçecilik adı altında “köşe”, “akıl” ve bunlar gibi birçok kelimeyi unutmaya ve unutturmaya çabalamak beyhûdedir azizim.
Yeni Meydan Gazetesi, 15 Aralık 2008
7 Aralık 2008 Pazar
Gece ile Mum
"Bir kızıllık çöker geceye hasret güne
Vuslat aynalarda yanan gizli bir âh'tır"
Saçlarını toplayıp yola koyulmuştu güneş.Hüznün en yakıcı kızıllıına esir düşmüştü gökyüzü.Bir zaman sonra da karanlığa esir olacaktı.Biliyordu.Bir bir akıyordu kum taneleri cam geçitten.En küçük tepenin adına saklandı güneş.Karanlığın gelişiyle aydınlanmak istiyordu mum.Geceyi bekliyordu.Umutlu ve sabırsız.
Asırlardır süregelen gelenekti bu;seven beklerdi.Bekliyordu mum.Sevdiğinin gözlerinden sıçrayacak olan kıvılcımla yanmak istiyordu. Hasret sancıları nüksediyordu bükülen belinde. Bekleyiş ki;sarsıcı bir afet,yaralayıcı bir felaket...Murada erseydi mum,vuslatı tatsaydı.Sonra kopsaydı kıyamet.
Nazenin zülüflerini gösterdi gece,dağlar ardından.Salınarak aştı tepeleri.Uzandı yeryüzüne.Pencerenin önünde sevdiğini izliyordu mum.Hayran hayran seyrediyodu arzı endam edişini sevdiğinin.Önceleri gözlerini kaçırdı nazlı sevgili.Epey sonra gösterdi esmer yüzünü âşıkına.İlk bakışları buluştu gece ile mum'un asumanın en duygusal boşluğunda...Gecenin bakışından süzülen ateşle tutuştu mum.Yandı âşık...
"Hoşgeldin" demek istedi mum,sevdiğine...
"Hoşgeldin" demek istedi mum,en güzel sesiyle...
Ama olmadı.Lâl olmuştu sevdiğinin yokluğund hasret türküleri söyleyen dili.Konuşamıyordu.Sevdiğini izliyordu sadece. Yalnız onu seyrediyordu.Gözyaşları damlıyordu ayak uçlarına.Ağlıyordu dilsizliğine...
"Hoşgeldin", ne efsunlu kelime!Derin bir nefes alıp bir kez olsun "h" sesini çıkarabilseydi hançeresinden söyleyebilirdi,o efsunlu kelimeyi.Onca denemeye rağmen yine başaramadı.En güzel şiiri yine gözleri okudu.
Sesini duyuramasa da,sevdiğinin sesini duyamasa da memnundu halinden garip mum.O sessizliğe razıydı.Yeter ki gelsindi sevgilisi...
"Terk etmeye başlar gece sevgilisini
Ondan geriye kalan saydam bir siyahtır"
Sessizliğin tenhasında sevgilisini mahsun bakışlarla süzerken ayrılık hissi doğdu mum'un küçük yüreğinde.Sevgilisinin,gölgesini kucağına alıp gideceğini düşündü.Gözyaşları sel olup aktı yanaklarından.İplik iplik yandı canı...
"Tükenmez işte bu ıstırap şafağa dek
Gece ile Mum'u ayıran bir sabahtır"
Şafağın izi göründü uzaklardan.
"Hoşgeldin" diyememişti mum;fakat "Gidiyorum" diyebilmişti gece...Gidiyorum, dedi gece çekinmeden,zorlanmadan.Asırlardır süregelen gelenekti bu;sevilen giderdi.Gidiyordu gece...
Seven beklerdi.Mum idi bekleyen...
Sevilen gidedi.Gece idi giden...
Hain iki dudak arasından çıkan zalim bir üfleyişti bu aşkı bitiren.
Vuslat aynalarda yanan gizli bir âh'tır"
Saçlarını toplayıp yola koyulmuştu güneş.Hüznün en yakıcı kızıllıına esir düşmüştü gökyüzü.Bir zaman sonra da karanlığa esir olacaktı.Biliyordu.Bir bir akıyordu kum taneleri cam geçitten.En küçük tepenin adına saklandı güneş.Karanlığın gelişiyle aydınlanmak istiyordu mum.Geceyi bekliyordu.Umutlu ve sabırsız.
Asırlardır süregelen gelenekti bu;seven beklerdi.Bekliyordu mum.Sevdiğinin gözlerinden sıçrayacak olan kıvılcımla yanmak istiyordu. Hasret sancıları nüksediyordu bükülen belinde. Bekleyiş ki;sarsıcı bir afet,yaralayıcı bir felaket...Murada erseydi mum,vuslatı tatsaydı.Sonra kopsaydı kıyamet.
Nazenin zülüflerini gösterdi gece,dağlar ardından.Salınarak aştı tepeleri.Uzandı yeryüzüne.Pencerenin önünde sevdiğini izliyordu mum.Hayran hayran seyrediyodu arzı endam edişini sevdiğinin.Önceleri gözlerini kaçırdı nazlı sevgili.Epey sonra gösterdi esmer yüzünü âşıkına.İlk bakışları buluştu gece ile mum'un asumanın en duygusal boşluğunda...Gecenin bakışından süzülen ateşle tutuştu mum.Yandı âşık...
"Hoşgeldin" demek istedi mum,sevdiğine...
"Hoşgeldin" demek istedi mum,en güzel sesiyle...
Ama olmadı.Lâl olmuştu sevdiğinin yokluğund hasret türküleri söyleyen dili.Konuşamıyordu.Sevdiğini izliyordu sadece. Yalnız onu seyrediyordu.Gözyaşları damlıyordu ayak uçlarına.Ağlıyordu dilsizliğine...
"Hoşgeldin", ne efsunlu kelime!Derin bir nefes alıp bir kez olsun "h" sesini çıkarabilseydi hançeresinden söyleyebilirdi,o efsunlu kelimeyi.Onca denemeye rağmen yine başaramadı.En güzel şiiri yine gözleri okudu.
Sesini duyuramasa da,sevdiğinin sesini duyamasa da memnundu halinden garip mum.O sessizliğe razıydı.Yeter ki gelsindi sevgilisi...
"Terk etmeye başlar gece sevgilisini
Ondan geriye kalan saydam bir siyahtır"
Sessizliğin tenhasında sevgilisini mahsun bakışlarla süzerken ayrılık hissi doğdu mum'un küçük yüreğinde.Sevgilisinin,gölgesini kucağına alıp gideceğini düşündü.Gözyaşları sel olup aktı yanaklarından.İplik iplik yandı canı...
"Tükenmez işte bu ıstırap şafağa dek
Gece ile Mum'u ayıran bir sabahtır"
Şafağın izi göründü uzaklardan.
"Hoşgeldin" diyememişti mum;fakat "Gidiyorum" diyebilmişti gece...Gidiyorum, dedi gece çekinmeden,zorlanmadan.Asırlardır süregelen gelenekti bu;sevilen giderdi.Gidiyordu gece...
Seven beklerdi.Mum idi bekleyen...
Sevilen gidedi.Gece idi giden...
Hain iki dudak arasından çıkan zalim bir üfleyişti bu aşkı bitiren.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)