25 Ocak 2013 Cuma




6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapılar


Kapılar

Ayşegül Yüken’e…

Kapı. İlk adım. Davet. Çağrı. Hep sevmişimdir kapıları ben. Kimileri müthiş bir işçilikle, göz nuruyla donatılmış olur, kimisi renkleriyle ayrı bir dünyaya sunar bizlere. Ardında olanları, yaşananları, hatıraları merak ederiz. Mahremiyete olan saygısızlığımızın bir göstergesi olarak.

Kapının ayrı bir yeri vardır zihnimizde, gönlümüzde, tarihimizde ve kültürümüzde. Eyüp’ü, Peygamber Efendimize açtığı kapı sultan yapmıştır. Kapıların en kutlusu o değil midir? Kapı. Misafirperverlik.

Yunus bir kapının eşiğinde sabahlayarak “Bizim Yunus” olmuştur. Baş gözü âmâ olan şeyhi eşikte tanımıştır onu. Kapı. Kırk yıl. Mükafat.

Çocukluk yıllarında kazınmıştır zihnimize “Anadolu’nun Kapıları”. Bir Cuma günü açılmıştır dağların arasına gizlenmiş o kapılar. Belki de o zaman başlamıştır her şey. Kapıya yüklediğimiz o derin mana, gözümüzün önünde işte o vakit canlanmıştır. O gizli kapılardan fetih ruhunun verdiği güç ve azametle girilmiştir. Kapı. Fetih. Başlangıç.

Kapı bir komşuluklar başlayacaktır artık. Her gün görülen yüzler. Her derdi bilinen yürekler ve paylaşılan tebessümler. Kapılar çoğu zaman insanlara yalnızlığını unutturmuştur. Köy evlerinde kapının içinden çıkıp salınan küçük bir ip yalnızlığı dar ağacında sallandıran iptir işte. Çekip giriverirsin. Sorgusuz. Huzur.

Randevular ve ajandalar icat edilemezden evvel gelirdi “çat kapı” misafirler. Sohbet. Muhabbet. Uslu çocuklar bir kenarda sessizce oynar, yaramazlar ise vitrin raflarını kurcalardı. Kahveler eşliğinde uzun bir akşam paylaşılırdı. Kırk yıl. Hatır.

Umutsuzluk müslümana yakışmazdı evet. İşte bu yüzden bir tevekkül simgesiydi kapılar, umutsuzluğu haram bilenler için. “Bir kapıyı kapayan gene açar” Göz yaşı. Fatih Kısaparmak. Baba.
İnsana hüzün ve mutluluğu, sevinç ve göz yaşını aynı anda tattırabilen bir şiirdir kapılar. Kapılar hatıraların uçup gitmesine engel olan bir kucaktır. İnanmış insanları buluşturan bir cümledir kapılar. Kapılar… 

(Fotoğraf: Ayşegül Yüken)

23 Ekim 2011 Pazar

Ölüm Kokulu Bir Yazı

Son birkaç günü yaşamamış olsaydım keşke. Keşke dünyayı saran şu ölüm kokusunu duymasam. Fakat ne mümkün! Ölüm, bir köy haline gelen dünyanın sokaklarında kol gezmekte. Kimseye acımamakta. Kimseyi dinlememekte.

Bir sabah kahvaltı yaparken duydum, 24 şehit verdiğimizin haberini. Boğazıma dizildi lokma ve öylece kalakaldım. Vatanın minnetle anacağı bu yiğit adamlar, soğuk bir kış gecesinde saldırıya uğrayıp ölümüne çatıştıkları zaman ben sıcak yatağımda uyuyordum.  Ne utanç verici...
Sonra ise son dakika haberleri… Hep aynı söylemler… Meşhur geniş çaplı operasyonlar…  Netice vermeyecek tartışmalar…

Çocuğuna bir şey olur endişesi ile bisiklete bile bindirmeyen bir annenin feryadını kimse anlayamaz. Biz de anlamıyoruz! Onlardan beklediğimiz tek şey “metanet.” İnanın onların bunu yapacak güçleri, dermanları yok. Bizler şehit cenazelerini değil, şehit cenazelerinde olanları konuşuyoruz. Kim ne slogan attı, kim hangi işareti yaptı? İlk safta kim vardı? Faydasız onlarca konu ve tartışma…

Son dakika haberlerinin birinde takılmıştı gözüme: Hakkâri’de yapılacak operasyona hazırlanan askerlerin görüntülerini kaydediyordu gazeteciler. Bir asker yüzünü gizledi ve muhabire “Çekme abi, annem beni Erzurum’da biliyor” dedi. O askerin, annesinin şahsında bütün ailesine olan sevgisini ve onlara verdiği değeri bu cümlede gördüm. Ertesi günkü şehitlerden biri de o muydu, bilmiyorum. Belki de…

Hemen sonra binlerce insan gözyaşlarıyla sokağa döküldü. Yürüyüşler yaptı. Sloganlar attı. Kimileri de onları eleştirdi. Kimilerinin elleri tabuttaydı, kimilerinin cebinde. Kimileri tabutun üstündeki bayrağı okşuyordu. Kimileri de…

İşte tam bu sıralarda “Afrika pazarı”nda can satıldığını öğrendim. Libya’nın eski lideri Kaddafi… Bizim Avrupa’nın kucağına attığımız, bu hazin sonuna göz yumduğumuz Kaddafi... Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bizden yardımlarını esirgemeyen Kaddafi… Çağrı ve Ömer Muhtar filmlerine maddi destek sağlayan Kaddafi… Muhalif güçler tarafından yakalanmış, linç edilmiş ve öldürülmüştü. İnsanlar onun çıplak bedeninin karşısına geçip gülüyorlarmış ve “hatıra fotoğrafı” çektiriyorlarmış…

Artık yeter diye dertlenip dualar ederken, Van’da deprem olduğunu duyurdu televizyonlar. 7.2 şiddetinde bir deprem…  Kış mevsiminin soğuk bir günü… Yoksulluk… Kerpiç evler… Küçük çocuklar… Ve 7.2 şiddetinde bir deprem… Bunların hepsine nasıl dayanılır, bilmiyorum.
Bir baba ağlıyordu kameranın karşısında: “Karım ve kızım enkaz altında, yardım edin” diye bağırıyor, çırpınıyordu. Şehit annesini anlayamadığımız gibi bu adamcağızı da anlamadık. “ilahi adalet” diyenler de oldu, “Allah’ın sopası yok” diyenler de… Ama bu vicdan yoksunu insancıkların yanında, “bir Vanlı aileyi evimde misafir edebilirim” diyenler de vardı.

İşte son birkaç günün hazin öyküsü budur. Çukurca dağlarında, Van topraklarında ve Afrika pazarında anne yadigârı bir kolyenin boncukları gibi etrafa saçılan bu canların üzerimizde hakkı vardır. Ve biz hakkı bir gün ödemek zorunda kalacağız. Er ya da geç…

19 Aralık 2010 Pazar

Zarflar Dolusu Yalnızlık

İkindi vaktiydi. Saçlarını toplayıp yola koyulmak üzereydi güneş. Güneşin gidişine üzülen şu yalnız bulut, gözyaşlarını daha fazla gizleyemedi. Kulakları sağır edecek bir hıçkırığın ardından akıttı gözyaşlarını yeryüzünün avuçlarına. Bu yağmura ahmakıslatan derler. Ahmaklığımı ıslatmak için belli belirsiz adımlarla yürüdüm Cadde-i Kebir’de. Caddenin sonundaki çay ocağında çay içmek istedim sonra.

Yalnızlıkla hep bu küçük çay ocağında, hatta hep bu masada buluşurdum. Yine oradaydı… Yine engin misafirperverliğiyle karşıladı, buyur etti masasına beni.

- Çay içer misin? diye sordu genç garson.

Cevabımı beklemeden çayımı getirdi. Bu soruyu sorması tamamen ağız alışkanlığıydı. Benim bu küçük çay ocağının müdavimi olduğumu bilir, tek şekerli açık çayın tiryakisi olduğumu hatırından çıkarmazdı.

Ben çayımı karıştırırken çay ocağının kapısının üzerindeki birkaç alüminyum parçasından oluşan aksesuar şıngırdadı. Kim asmıştı ki bunları buraya? Bakışlarım kapıdaki adama saplandı. Onu da –neredeyse- her geldiğimde burada görürdüm. O da bu çay ocağının ve hatta kapıya en uzak şu masanın müdavimiydi. Hemen hemen her gün gelir, burada mektuplar okur, cevaplar yazar ve beni de merak denizinde kulaç atmaya davet ederdi.

Üzerinde uzun, eski bir palto, dizleri artık iyice solmuş bir pantolon, ayağında ise burun kısımları yıpranmış ayakkabılar vardı. Alnındaki çizgiler sanki hüzün ırmağının yatağı gibiydi. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sarının en kötü tonu, bu adamın bıyıklarında olmalıydı. Bakışlarımı bu adamdan bir türlü alamıyordum. Daha da dikkatli bakınca, tırnaklarının uzun ve pis olduğunu gördüm. Elleri de aynı şekilde kirliydi.

Kimdi bu adam?

Paltosunun cebinden dokuz-on tane zarf çıkarıp masaya koydu. Birini açıp okumaya başladı. Sonra diğerini… Sonra bir başkasını… Son zarfı da açıp okuduktan sonra, paltosunun diğer cebinden bir kağıt ve kalem çıkardı. Bir şeyler yazmaya başladı.

Ne yazıyordu acaba?

Üstüme vazife olmadığını biliyorum; ama garip, belki de anlamsız bir tecessüs işte benimkisi. Bu kadar mektubu, bu adama kim göndermişti?

Belki aşk mektuplarıdır.

İyi de, bu çirkin ve pis adama hangi kadın aşık olur da aşk mektupları yazar?

Kirli ellerin açtığı bu zarfları, hangi narin eller kapatmış olabilir ki?

Bilmez misin, “aşkın gözü kördür” derler ey yazıcı!

Kalemini bırakıp kağıdı katladı perişanlık abidesi adam. Mektubunu bitirmiş olmalı. Yavaşça kalktı masadan. Zarflarını toplayıp cebine koydu. Çıktı, gitti. Ben ise arkasından bakıyordum. Peşinden gidip gitmemek konusunda bir türlü karar veremiyordum. Sonunda gitmemeye; fakat bir sonraki karşılaşmamızda konuşmaya karar verdim. Merak etmek, ona dair hikâyeler uydurmak hoşuma gidiyordu doğusu. Nasıl olsa her gün gelir buraya, elbet karşılaşırız.

Bulutu daha fazla üzüp ağlatmak istemeyen güneş saatler sonra geri geldi.

Dün gece geç saatlere kadar, o adamı düşündüm durdum. Her gün kimlerden o kadar mektup alır, kimlere o kadar mektup yazardı? Adamı tekrar görebilmek, onunla tanışmak, hikâyesini öğrenmek arzusuyla çıktım evden. Küçük çay ocağına doğru yürüdüm.

Yoktu!

Dün, o adamın oturduğu masaya oturup beklemeye başladım. Arkamdaki masada bıraktığım ve yalnızlıktan sıkılan yalnızlık gelip yanı başıma oturdu. Kurtuluş yoktu anlaşılan bu illetten. Bir saat geçti, gelmedi. Bir saat daha… Bir saat daha… Bir saat daha… Elimdeki “Menekşeli Mektup”un yüz kırkıncı sayfasına gelmiştim; fakat bekleyişimin kaçıncı saatindeydim?

Bugün gelmeyecekti anlaşılan. Yarın sabah erkenden gelmek üzere çıktım çay ocağından.

Her gün gelen adam neden gelmedi ki bugün? Yalancı çıkardı beni…

Yine düşüncelerle geçirdiğim gecenin sabahı, erkenden çay ocağına geldim. Yine beklemeye başladım. “Menekşeli Mektup”a devam etmeden önce, bugünkü gazeteleri okumak istedim. Gündem gazetesinden başladım. Sadece manşetleri okuyup birinci sayfayı geçtim. İkinci sayfanın ilk haberi gözüme çarptı.

“Mektup hırsızı Edirne Garı’nda ölü bulundu”

Haberin yanında küçük bir resim vardı. Üzeri gazete ile örtülmüş bir adam cesediydi resimdeki. Dikkatlice baktım resme. Bu ayakkabılar… Bu pantolon…

Hemen haberi okumaya koyuldum.

“Edirne Garı’nda ölü bulunan Mustafa G. (56)’nin üzerinden her biri farklı şahsa ait yirmi adet mektup çıktı. Nüfus Müdürlüğünce yapılan araştırmadan sonra Mustafa G.’nin eşinin 8 yıl önce vefat ettiği bilgisine ulaşıldı. Daha sonra kızı tarafından terk edilen alkol bağımlısı Mustafa G.’nin, yalnızlığını posta kutularından çalıp cevapladığı mektuplarla gidermeye çalıştığı öğrenildi.”

Yalnızlık, alkol ve ölüm…

O adamla tanışmakta ne kadar geç kaldığımı haberi okuyunca anladım. Yalnızlığın çaresiz bir esiri de ben olduğum için onu çok iyi anlayabilir, derdine ortak olabilirdim. Ama yapamadım… Bunun pişmanlığını duydum yüreğimin derinliklerinde.

Haberi yazan gazeteciden o adamın mezarını öğrenmeliydim. Bir mektup götürmeliydim o adama. Hatta, her hafta bir mektup…

“Ey yalnızlık abidesi, kimsesizliğin garip tutsağı ey…”

……

…..

….

..

.

!!!

28 Nisan 2009 Salı

Âh Selimiye Akşamları

İkindi vakti… Güneş saçlarını toplayıp yola koyulmak üzere. Rüzgar naif dokunuşlarla yanaklarımı okşuyor. Neşe ve hüzün kervanlarının yolcularını aynı anda ağırlamanın zorluğu içinde kıvranıyor kalbim.

Neşe kervanlarını buyur ediyorum önce. Selimiye’nin bahçesinde münbit topraklara değiyor topuklarım. Sırtımı bir ağacın müşfik gövdesine yaslamışım. Selimiye’nin minarelerinden sökün eden nurlu ırmaklarda yıkanıyor ruhum. Bu arınmışlıkla huzur buluyorum.

Çocuklar koşuyor ağaçların aralarında. Yüzlerinde tarifi mümkün olmayan bir tebessüm… Dudaklarının kenarlarında neşe kuyuları… Muhtemelen başka bir şehirdeki cami derneğinin düzenlediği geziye katılan hanımlar, çocuklarını da kendilerine yoldaş etmişler. Annelerin yüzünde Selimiye’nin yüceliğine duyulan hayranlığı ve saygıyı; çocukların yüzünde ise büyük bir bahçede oynamanın sevincini görmemek mümkün değil.

Selimiye’nin altındaki Arasta’dan bahçeye meyve sabunlarının rahatlatıcı kokusu yayılıyor. Bu güzel kokuyla rüzgar daha sevimli bir hal alıyor doğrusu.

Biraz uzağımda el ele tutuşmuş bir çift görüyorum. Peşlerine takılan şişman ve elleri kir içindeki falcı kadından avuçlarını saklamak için sıkıca sarılıyor küçük parmaklar birbirine. Sevdiği kıza güzel sözler söylemesine engel olan falı kadından nefret ediyor genç âşık! Neyse ki, kaybeden beş liraya hayal satan falcı kadın oluyor.

Meriç Nehri’ni yüzerek geçen güneş kayboluyor. Anneler çocuklarına bağırıyor. Ayrılmanın burukluğunu yaşıyor genç âşıklar.

Ben sefil bir gurbetçi…
Hüzün kervanlarını misafir ediyorum yüreğimde. Selimiye’yi arkama alıp Cadde-i Kebir’de yürüyorum, güneşin gittiği yere…

2 Ocak 2009 Cuma

Garip bir yılbaşı yazısı

2008 yılının son gecesi, saat 22.00
Bir öğrenci yurdunun elli yedi numaralı odasında yalnızım. Normal zamanların aksine, bu gece yurt inanılmaz derecede sessiz ve ıssız. Yurt hazır böyleyken ağız tadıyla “bir yılbaşı yazısı” yazayım dedim.

Nerede bu insanlar yahu?
Yemekhanede bir yılan gibi uzayıp kıvrılan kuyruk yok. Kantinde oturulacak yer dolu; ama dolu bir tek masa yok.

Sahi, bugün yılbaşı…
İnsanlar eğleniyorlar.
Demek bizimkiler de eğlenmeye gittiler. Bulvarları pislik kokan bu şehrin iğrenç mekânlarından birinde “eğlenecekler”. Bir boş vermişlikle, bir vurdumduymazlıkla dertlerini unutup mutlu olacaklar. Yeni yıl için planlar yapıp kararlar alacaklar. Sarhoş bir kafanın yapacağı plandan, alacağı karardan ve cenabet bir vücudun da o kararları uygulayacağından şüphe ediyorum, kusura bakmayın!

Şimdi o mekânlarda ağır içki kokusu, bir yerden sonra gürültüye dönüşen müzik ve serseri bir kalabalık vardır. İçkiden ve sigaradan mideleri bulanan açık giysili kızlar kusuyorlardır oldukları yere. O kızların eğilip katlıklarını düşündükçe; gözümün önüne, onları izleyen ve onlara dokunmak için can atan “oğlanlar” geliyor. İşte o zaman o kızların kusup çıkardıklarını yutuyormuş gibi iğreniyorum…

Bugün yılın son gecesi, yarın niye tatil?
Tatil günümüzü, dün sabaha kadar kusan kızların midelerinin düzelmelerini ve oğlanların baş ağrılarının dinmelerini beklemekle mi geçireceğiz?

Bugün yılın son gecesi, yarın tatil.
Bırakın küçük hanımlar ve beyzadeler gecenin yorgunluğunu atsınlar, dinlensinler, ayılsınlar.

2008 yılının son gecesi saat 23.00
Bir öğrenci yurdunun elli yedi numaralı odasında yalnızım. Pencerenin önünde oturmuş “yılbaşı yazısı” yazıyorum.
İsrail’in Gazze’ ye saldırışını, eğlenen insanları, yurt ücretlerine yapılan zammı, Türk edebiyatını yetim bırakan Cengiz Aytmatov’un ölüşünü, yazmayı umut ettiğim hikâyemin kurgusunu ve daha birçok şeyi düşünüyor; yeni yıl vesilesiyle Allah’tan güzellikler istiyorum.

Saat 23.30
Yazım bitti.
Ben yatıyorum.