9 Nisan 2013 Salı

Daktilo, yazı ve çay



2007 yılının eylül ayı. Üniversiteye başlamışım. En büyük hayalim yazar olmak. Edebiyat fakültesinde okuyanların yazmaktan yavaş yavaş soğuduğunu ve nihayetinde yazı işlerini bıraktığını hocalarımız söylemişti. Nitekim öyle de olacaktı; ama biz direndik. Madem yazıyoruz, şöyle modern zamana direnen bir daktilomuz olsa fena mı olurdu?

Kırbaş Mehmet’i bul

Daktilo aradığımı birkaç dosta söylediğimde bana, Edirneli Kırbaş Mehmet’i bul dediler. Adı Ali miydi yoksa? Buldum. Özdinç Pasajı’nda dükkânı var. Şimdilerde piyano, org, klavye falan tamir ediyor. Ama asıl işi daktilo. Tam aradığım adam… Elinde Silver marka bir daktilo olduğunu, şöyle bir elden geçirmesi gerektiğini ve bana da kırk liraya vereceğini söyledi. İki gün sonra daktiloyu aldım.
Artık daktilom vardı. Tuşlarına vurdukça çıkan sese kapılıp güzel yazılar yazabilirdim. Tanımadığım insanların bilmediğim hayatlarına dair hikâyeler uydurabilirdim. Kelimeleri, anne yadigârı bir kolyenin boncukları gibi dizerek şiirler yazabilirdim. Öyle de oldu. O yazı makinesi bana birçok şey yazdırdı.
Geri kafalılık mı? Hayır canım ne münasebet, biz ona geçmişseverlik diyelim. Hızla gelişen dünyaya ayak uydurmak  -uydurabilmek- gerçekten önemli. Ama bazı şeylere de sahip çıkmamız gerekmez mi? Modern zamanın bize sunduğu şeyleri elbette bilmek, almak, kullanmak gerekir. Fakat eskilerine de merhamet ederek, vefa göstererek…

Çaya methiye

Yazı işleri çaysız olur mu azizim? Edirne’de mekânlarımız vardı bizim. Tahmis Kahvesi ve Üç Şerefeli’nin bahçesi… Buralarda buluşup sohbet ederdik, kitap okurduk, yazı yazardık. Çayımız eksik olmazdı. Çaya methiyeler düzerdik.
“Şarap nedir bilmeyiz içtiğimiz âb-ı hayat / Mey dilerse cânımız yâr elinden çay yeter” mısralarını hepimiz bilirdik. Çaysız sohbetin, aysız geceye benzediğini söylerler. Elhak doğrudur.

Twitter ve pazartesi yazıları

Yazı yazmak iyidir, güzeldir. Fakat düzenli yazmak daha da güzeldir. İşte twitter aracılığıyla tanıdığım bu site, düzenli yazmama vesile olacak diye düşünüyorum. Burada güzel yazılar okudum. Bu sitede buluşan okur-yazarların arasında yer almak da ayrıca mutluluk verici. Hadi şimdi gelin çay içelim. alperenbicer@gmail.com

8 Nisan 2013 Pazartesi




2 Nisan 2013 Salı




25 Ocak 2013 Cuma




6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapılar


Kapılar

Ayşegül Yüken’e…

Kapı. İlk adım. Davet. Çağrı. Hep sevmişimdir kapıları ben. Kimileri müthiş bir işçilikle, göz nuruyla donatılmış olur, kimisi renkleriyle ayrı bir dünyaya sunar bizlere. Ardında olanları, yaşananları, hatıraları merak ederiz. Mahremiyete olan saygısızlığımızın bir göstergesi olarak.

Kapının ayrı bir yeri vardır zihnimizde, gönlümüzde, tarihimizde ve kültürümüzde. Eyüp’ü, Peygamber Efendimize açtığı kapı sultan yapmıştır. Kapıların en kutlusu o değil midir? Kapı. Misafirperverlik.

Yunus bir kapının eşiğinde sabahlayarak “Bizim Yunus” olmuştur. Baş gözü âmâ olan şeyhi eşikte tanımıştır onu. Kapı. Kırk yıl. Mükafat.

Çocukluk yıllarında kazınmıştır zihnimize “Anadolu’nun Kapıları”. Bir Cuma günü açılmıştır dağların arasına gizlenmiş o kapılar. Belki de o zaman başlamıştır her şey. Kapıya yüklediğimiz o derin mana, gözümüzün önünde işte o vakit canlanmıştır. O gizli kapılardan fetih ruhunun verdiği güç ve azametle girilmiştir. Kapı. Fetih. Başlangıç.

Kapı bir komşuluklar başlayacaktır artık. Her gün görülen yüzler. Her derdi bilinen yürekler ve paylaşılan tebessümler. Kapılar çoğu zaman insanlara yalnızlığını unutturmuştur. Köy evlerinde kapının içinden çıkıp salınan küçük bir ip yalnızlığı dar ağacında sallandıran iptir işte. Çekip giriverirsin. Sorgusuz. Huzur.

Randevular ve ajandalar icat edilemezden evvel gelirdi “çat kapı” misafirler. Sohbet. Muhabbet. Uslu çocuklar bir kenarda sessizce oynar, yaramazlar ise vitrin raflarını kurcalardı. Kahveler eşliğinde uzun bir akşam paylaşılırdı. Kırk yıl. Hatır.

Umutsuzluk müslümana yakışmazdı evet. İşte bu yüzden bir tevekkül simgesiydi kapılar, umutsuzluğu haram bilenler için. “Bir kapıyı kapayan gene açar” Göz yaşı. Fatih Kısaparmak. Baba.
İnsana hüzün ve mutluluğu, sevinç ve göz yaşını aynı anda tattırabilen bir şiirdir kapılar. Kapılar hatıraların uçup gitmesine engel olan bir kucaktır. İnanmış insanları buluşturan bir cümledir kapılar. Kapılar… 

(Fotoğraf: Ayşegül Yüken)

23 Ekim 2011 Pazar

Ölüm Kokulu Bir Yazı

Son birkaç günü yaşamamış olsaydım keşke. Keşke dünyayı saran şu ölüm kokusunu duymasam. Fakat ne mümkün! Ölüm, bir köy haline gelen dünyanın sokaklarında kol gezmekte. Kimseye acımamakta. Kimseyi dinlememekte.

Bir sabah kahvaltı yaparken duydum, 24 şehit verdiğimizin haberini. Boğazıma dizildi lokma ve öylece kalakaldım. Vatanın minnetle anacağı bu yiğit adamlar, soğuk bir kış gecesinde saldırıya uğrayıp ölümüne çatıştıkları zaman ben sıcak yatağımda uyuyordum.  Ne utanç verici...
Sonra ise son dakika haberleri… Hep aynı söylemler… Meşhur geniş çaplı operasyonlar…  Netice vermeyecek tartışmalar…

Çocuğuna bir şey olur endişesi ile bisiklete bile bindirmeyen bir annenin feryadını kimse anlayamaz. Biz de anlamıyoruz! Onlardan beklediğimiz tek şey “metanet.” İnanın onların bunu yapacak güçleri, dermanları yok. Bizler şehit cenazelerini değil, şehit cenazelerinde olanları konuşuyoruz. Kim ne slogan attı, kim hangi işareti yaptı? İlk safta kim vardı? Faydasız onlarca konu ve tartışma…

Son dakika haberlerinin birinde takılmıştı gözüme: Hakkâri’de yapılacak operasyona hazırlanan askerlerin görüntülerini kaydediyordu gazeteciler. Bir asker yüzünü gizledi ve muhabire “Çekme abi, annem beni Erzurum’da biliyor” dedi. O askerin, annesinin şahsında bütün ailesine olan sevgisini ve onlara verdiği değeri bu cümlede gördüm. Ertesi günkü şehitlerden biri de o muydu, bilmiyorum. Belki de…

Hemen sonra binlerce insan gözyaşlarıyla sokağa döküldü. Yürüyüşler yaptı. Sloganlar attı. Kimileri de onları eleştirdi. Kimilerinin elleri tabuttaydı, kimilerinin cebinde. Kimileri tabutun üstündeki bayrağı okşuyordu. Kimileri de…

İşte tam bu sıralarda “Afrika pazarı”nda can satıldığını öğrendim. Libya’nın eski lideri Kaddafi… Bizim Avrupa’nın kucağına attığımız, bu hazin sonuna göz yumduğumuz Kaddafi... Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bizden yardımlarını esirgemeyen Kaddafi… Çağrı ve Ömer Muhtar filmlerine maddi destek sağlayan Kaddafi… Muhalif güçler tarafından yakalanmış, linç edilmiş ve öldürülmüştü. İnsanlar onun çıplak bedeninin karşısına geçip gülüyorlarmış ve “hatıra fotoğrafı” çektiriyorlarmış…

Artık yeter diye dertlenip dualar ederken, Van’da deprem olduğunu duyurdu televizyonlar. 7.2 şiddetinde bir deprem…  Kış mevsiminin soğuk bir günü… Yoksulluk… Kerpiç evler… Küçük çocuklar… Ve 7.2 şiddetinde bir deprem… Bunların hepsine nasıl dayanılır, bilmiyorum.
Bir baba ağlıyordu kameranın karşısında: “Karım ve kızım enkaz altında, yardım edin” diye bağırıyor, çırpınıyordu. Şehit annesini anlayamadığımız gibi bu adamcağızı da anlamadık. “ilahi adalet” diyenler de oldu, “Allah’ın sopası yok” diyenler de… Ama bu vicdan yoksunu insancıkların yanında, “bir Vanlı aileyi evimde misafir edebilirim” diyenler de vardı.

İşte son birkaç günün hazin öyküsü budur. Çukurca dağlarında, Van topraklarında ve Afrika pazarında anne yadigârı bir kolyenin boncukları gibi etrafa saçılan bu canların üzerimizde hakkı vardır. Ve biz hakkı bir gün ödemek zorunda kalacağız. Er ya da geç…