29 Nisan 2013 Pazartesi

Kitapların hikayesi ve Enver Amca


Bir pazartesi yazısı yazmalıyım öyle değil mi? Kitaplığın önünde ellerimi göğsümde kavuşturmuş bakınıyorum. İlham denen peri mi gelecek yoksa ben burada gördüğüm kitapların herhangi birinde okuduğum satırlardan mülhem bir şeyler yazıverecek miyim meçhul. Tabi ya! Bu kadar kitabın karşısında yazılacak tek bir şey var: kitapların hikâyesi… 

Efendim bu kitapların hikâyesi şöyle; O zamanlar ben edebiyat fakültesinden mezun olmak üzereyim. Harçlıklarımın, burslarımın büyük bir bölümünü kitaba, dergiye vakfetmişim. Kimilerine göre fuzuli masraf. Ama bizim için en büyük servet. Bekar odamı kitaplar fethetmiş, adım atacak yer yok. Yalnızlığımızı roman kişileriyle paylaştığımız zamanlar. İşte bu günlerde bir fırsatını bulup birkaç günlük kaçamakla baba evinin huzuruna koştum. 

Aile fertlerinden böyle kitapla haşır neşir olan kimse yoktur, söyleyeyim. Babamla çay içip sohbet ederken (daha doğrusu o anlatıp ben dinlerken) bir hemşerimizde epey kitap olduğundan ve onları alabileceğimizden söz etti. Ben heyecanlandım tabii. “Epey” kelimesi bu cümlede can alıcı noktaydı. Takılıp kaldım. 

Kitapların sahibi olan zat, Enver Ertürk, köyden gelip de şehirde bir fabrikada iş bulunca bekarlık ve gurbet hayatı başlar. Sene, zannediyorum 70’ler. Fabrikanın lojmanında (lojman çok fiyakalı bir kelime olabilir, aldanmayın bildiğiniz bekar odası işte) yalnız başına sıkılan, paylaşacak kimi kimsesi olmayan bir adam Enver Amca. Sığınmış kitapların samimiyetine. Tam bir kitap kurdu, okuma delisi… 

Bir bayram günü ziyarete gittik. Amacım kitapları istemek, hatta almak! Babam önceden konuyu ona açtığı için söze girmem hiç de zor olmadı. Yalnız ikna etmek zor. Kafaya koymuş, kitapları Nallıhan Kütüphanesi’ne bağışlayacak. Yapma, etme derken razı ettik. O sihirli kelimeler döküldü dudaklarından: 

-Şu bayram telaşı bitsin gel, al kitapları. 

Azizim, bende bir sevinç ki sorma. Hemen kalkıp kitapların olduğu odaya gittim. Odanın duvarları boydan boya kitaplık, kitaplığın üstüne çaktığı raptiyelere bir tül germiş, kitaplar tozlanmasın diye. Tülü sıyırdığınızda o muazzam görüntüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Sıyırdık! 

Aklınıza gelen bütün yerli ve yabancı klasikler. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi adlı eseri, Yahya Kemal’in eserleri, Ömer Seyfettin’in, Halide Edip’in, Hüseyin Rahmi’nin, Reşat Nuri’nin, Aytmatov’un, Atsız’ın, Şevket Süreyya’nın, Arif Nihat’ın, Kerime Nadir’in, Oğuz Özdeş’in ve daha pek çok yazarın-şairin bütün eserleri… (Hepsini bilerek söylemiyorum) Bu kitaplar artık benimdi. 

Kitapların hemen hepsini ciltleten Enver Amca, kutsal bir emanete gösterdiği saygıyı ve özeni kitaplarına da göstermişti. Aynı özen ve titizliği benden de bekliyordu. Belki de tek şartı buydu… Tamam, kabul. Enver Amca sadece bir kitap kurdu değil, aynı zamanda sıkı bir dergi takipçisi. Hayat mecmuası, Yedi Kıta gibi pek çok dergi alt raflarda dizilmiş. Bir de koleksiyonu diyebileceğimiz bir çalışması var. Fazilet takvimlerini bilirsiniz. Hani şu ihtiyarların, arka sayfalarını okuyarak “İslam alimi” olduğu takvimler. İşte bu takvimlerin hepsini biriktirmiş ve yıl yıl ciltletmiş. Nedenini sormadım. Onları da verdi. 

Kitapları aldım eve getirdim. Güzelce tasnif ettim, yerleştirdim. Artık büyük bir servete sahibim. Bundan güzel bir miras olabilir mi? Asla… Yalnız Enver Amca’nın kitapları bir kütüphaneye bağışlama arzusu –benim yüzümden- gerçekleşmedi. Belki de onları bir kütüphaneye bağışlamak bana nasip olacak kim bilir… “Enver Ertük Kitaplığı” adıyla… Neden olmasın? esezade@gmail.com

15 Nisan 2013 Pazartesi

Mavi kuşun dünyası: Twitter


Yaşadıklarını paylaşan veya bir şeyler paylaşmak için yaşayan insanların ortamı: sosyal medya. Anadolu insanın tabiriyle çoluk çocuk, davar doluk herkes orada.  Bir sosyal paylaşım sitesinde hesabınız yoksa, sizin de varlığınız tehlikede demektir. Giderek içine kapanan, yalnızlaşan ve bireysel düşüncelerle hareket eden insanların sosyalleşmesi, yeni insanlar tanıması, bir şeylerden haberdar olması gayet güzel değil mi? İşte bu siteler, bunun için var.
Elbette sanal dünya, gerçek hayatın yerin dolduramaz. Dostlarla sohbet etmenin zevkini veremez. Üç bardak çayın tadını alamazsınız. Bu başka bir konu…

Twitter sakinleri

Sosyal paylaşım sitelerinden Facebook, şimdilerde Twitter’ın gerisinde kaldı. Twitter’da “acaba şu an facebook’ta neler oluyor” kabilinden lakırdılar edilip, dalga geçiliyor. Bilinsin isterim. Artık farklı mecralarda buluşmak istiyor insanlar. Daha rahat olmak, daha farklı olmak arzusundalar. Ailelerinin olmadığı bir yerde ve büyük ölçüde kendisini tanımayan insanların karşısında “atıp tutmak” haz veriyor olmalı. Eski sevgiliye laf sokmak, kızların tripleri, futbol gibi konular bu mahallenin temel konuları. Özlü söz paylaşmak da bir tür  hastalık buralarda.

Twitter’ın “akil insanları”

Bu mahallenin fenomenleri var azizim. Güzel laflar ediyorlar. İnsanları gülümsetiyorlar, düşündürüyorlar. İşte bunlar twitter’ın “akil insanları.” Bir de bunların yazdıklarını kendilerininmiş gibi gösteren kişiler var. Bir Necip Fazıl beytinin altına, kendi adını yazanı gördüm. O derece arsızlar. Bunların da beyinleriyle twitter’ın logosu arasındaki ilişkiyi anlamak hiç de zor değil.

Söyleyememek…

Bu siteler aslında insanların günlük hayatta dışa vuramadığı şeylerin, insanların yüzüne söyleyemeyecekleri sözlerin paylaşıldığı yer olarak da görülebilir. Bir çeşit rahatlama alanı yani. Hatta takipçilerinin tepkisinden çekinen onlarca insan bir şeyi yazarken bin kez düşünüyor.  Sonun da takipçilerini kaybetme korkusu var, Allah muhafaza!

Takipçi çılgınlığı

Takipçi demişken… Gün geçmiyor ki “takipleşme” ile ilgili bir başlık gündemde olmasın. Bu mahallenin çocukları tam bir takipçi çılgını… Bu da sanırım “teşhirciliğin” somut bir göstergesi. Takipçi sayısı ile profil resmi arasında da bir ilişki var. Detaylara girmeyeyim. Takipleşmeyi “fingirdeşmek” zannedenler var diyeyim, siz anlayın artık.

Siz siz olun

Bu yazıdan sonra twitter’a bakacaksanız eğer, birkaç öneri:
·         Profilinde takım veya parti ismi olanlardan uzak durun.
·         Her şeyi retweet yapan, RT hesaplarına bulaşmayın.
·         One Direction hayranı kızlar var ya, işte onların yanlarından bile geçmeyin.
·         Sizden ricam, Sunay Akın’ı muhakkak takip edin.
·         Sürekli ünlülere bir şeyler yazıp komik duruma düşmeyin.
·      Gündemdeki bütün maddeleri tek bir tweet’te kullanacaksınız diye bir kuralın olmadığını unutmayın. esezade@gmail.com

9 Nisan 2013 Salı

Daktilo, yazı ve çay



2007 yılının eylül ayı. Üniversiteye başlamışım. En büyük hayalim yazar olmak. Edebiyat fakültesinde okuyanların yazmaktan yavaş yavaş soğuduğunu ve nihayetinde yazı işlerini bıraktığını hocalarımız söylemişti. Nitekim öyle de olacaktı; ama biz direndik. Madem yazıyoruz, şöyle modern zamana direnen bir daktilomuz olsa fena mı olurdu?

Kırbaş Mehmet’i bul

Daktilo aradığımı birkaç dosta söylediğimde bana, Edirneli Kırbaş Mehmet’i bul dediler. Adı Ali miydi yoksa? Buldum. Özdinç Pasajı’nda dükkânı var. Şimdilerde piyano, org, klavye falan tamir ediyor. Ama asıl işi daktilo. Tam aradığım adam… Elinde Silver marka bir daktilo olduğunu, şöyle bir elden geçirmesi gerektiğini ve bana da kırk liraya vereceğini söyledi. İki gün sonra daktiloyu aldım.
Artık daktilom vardı. Tuşlarına vurdukça çıkan sese kapılıp güzel yazılar yazabilirdim. Tanımadığım insanların bilmediğim hayatlarına dair hikâyeler uydurabilirdim. Kelimeleri, anne yadigârı bir kolyenin boncukları gibi dizerek şiirler yazabilirdim. Öyle de oldu. O yazı makinesi bana birçok şey yazdırdı.
Geri kafalılık mı? Hayır canım ne münasebet, biz ona geçmişseverlik diyelim. Hızla gelişen dünyaya ayak uydurmak  -uydurabilmek- gerçekten önemli. Ama bazı şeylere de sahip çıkmamız gerekmez mi? Modern zamanın bize sunduğu şeyleri elbette bilmek, almak, kullanmak gerekir. Fakat eskilerine de merhamet ederek, vefa göstererek…

Çaya methiye

Yazı işleri çaysız olur mu azizim? Edirne’de mekânlarımız vardı bizim. Tahmis Kahvesi ve Üç Şerefeli’nin bahçesi… Buralarda buluşup sohbet ederdik, kitap okurduk, yazı yazardık. Çayımız eksik olmazdı. Çaya methiyeler düzerdik.
“Şarap nedir bilmeyiz içtiğimiz âb-ı hayat / Mey dilerse cânımız yâr elinden çay yeter” mısralarını hepimiz bilirdik. Çaysız sohbetin, aysız geceye benzediğini söylerler. Elhak doğrudur.

Twitter ve pazartesi yazıları

Yazı yazmak iyidir, güzeldir. Fakat düzenli yazmak daha da güzeldir. İşte twitter aracılığıyla tanıdığım bu site, düzenli yazmama vesile olacak diye düşünüyorum. Burada güzel yazılar okudum. Bu sitede buluşan okur-yazarların arasında yer almak da ayrıca mutluluk verici. Hadi şimdi gelin çay içelim. alperenbicer@gmail.com

8 Nisan 2013 Pazartesi




2 Nisan 2013 Salı