İkindi vakti… Güneş saçlarını toplayıp yola koyulmak üzere. Rüzgar naif dokunuşlarla yanaklarımı okşuyor. Neşe ve hüzün kervanlarının yolcularını aynı anda ağırlamanın zorluğu içinde kıvranıyor kalbim.
Neşe kervanlarını buyur ediyorum önce. Selimiye’nin bahçesinde münbit topraklara değiyor topuklarım. Sırtımı bir ağacın müşfik gövdesine yaslamışım. Selimiye’nin minarelerinden sökün eden nurlu ırmaklarda yıkanıyor ruhum. Bu arınmışlıkla huzur buluyorum.
Çocuklar koşuyor ağaçların aralarında. Yüzlerinde tarifi mümkün olmayan bir tebessüm… Dudaklarının kenarlarında neşe kuyuları… Muhtemelen başka bir şehirdeki cami derneğinin düzenlediği geziye katılan hanımlar, çocuklarını da kendilerine yoldaş etmişler. Annelerin yüzünde Selimiye’nin yüceliğine duyulan hayranlığı ve saygıyı; çocukların yüzünde ise büyük bir bahçede oynamanın sevincini görmemek mümkün değil.
Selimiye’nin altındaki Arasta’dan bahçeye meyve sabunlarının rahatlatıcı kokusu yayılıyor. Bu güzel kokuyla rüzgar daha sevimli bir hal alıyor doğrusu.
Biraz uzağımda el ele tutuşmuş bir çift görüyorum. Peşlerine takılan şişman ve elleri kir içindeki falcı kadından avuçlarını saklamak için sıkıca sarılıyor küçük parmaklar birbirine. Sevdiği kıza güzel sözler söylemesine engel olan falı kadından nefret ediyor genç âşık! Neyse ki, kaybeden beş liraya hayal satan falcı kadın oluyor.
Meriç Nehri’ni yüzerek geçen güneş kayboluyor. Anneler çocuklarına bağırıyor. Ayrılmanın burukluğunu yaşıyor genç âşıklar.
Ben sefil bir gurbetçi…
Hüzün kervanlarını misafir ediyorum yüreğimde. Selimiye’yi arkama alıp Cadde-i Kebir’de yürüyorum, güneşin gittiği yere…